Kapitalizm Gerilerken Madde Bağımlılığı: Gerçeklikten Kopuş, Sistemleşme ve Devrimci Çatlaklar
Kapitalizm, Sanayi Devrimi’yle birlikte yalnızca üretim ilişkilerini değil, insanın dünyayla ve kendisiyle kurduğu bağları da dönüştürerek bireyi derin bir yabancılaşma sürecine sokmuştur. Bu yabancılaşma, emekçinin üretim üzerindeki denetimini kaybetmesiyle başlayıp, bireyin anlam arayışını yitirmesiyle devam etmiştir. Yalnızca ekonomik değil, varoluşsal düzeyde bir yabancılaşma, geç kapitalist toplumun temel belirleyeni haline gelmiştir. Böyle bir atmosferde madde bağımlılığı, bireyin gerçeklikten kopma ve kendi içsel boşluğunu doldurma çabası olarak belirir.
Başlangıçta bir tür psişik kaçış, ruhsal isyan ya da protesto biçimi gibi görülebilecek olan bu kopuş, zamanla sistemin kendisi tarafından düzenlenir ve sistemleştirilir. Frankfurt Okulu’nun eleştirel kuramında görüldüğü üzere, özellikle Marcuse’un analizlerinde, geç kapitalist toplumda egemen sistem her türlü karşı çıkışı soğurup biçimlendirerek kendi içinde işlevselleştirir. Madde kullanımı da bu bağlamda bireyin sistem dışına kaçış aracı gibi görünse de, sistem tarafından pazarlanan, denetlenen ve hatta özendirilen bir davranışa dönüşür.
Alt sınıflarda, özellikle kent periferisinde yer alan getto ve mahalle kültürlerinde madde kullanımı, sistemin yarattığı yapısal şiddetin ve sosyal dışlanmanın doğrudan sonucudur. İşsizlik, eğitimsizlik, şiddet ve gelecek yoksunluğu, bireyleri bağımlılığa iterken aynı zamanda bu alanları “suç bölgeleri” olarak kodlayarak bastırır. Ancak bu bastırma, burada oluşan altkültürlerin sistem karşıtı potansiyelini de bastıramaz. Getto kültürü, sokak dili, yeraltı sanatı, müzik (özellikle rap ve hip-hop), yalnızca bir yaşam biçimi değil; aynı zamanda görünmeyen bir direnişin ifadesidir. Bu kültürlerde madde kullanımı, yalnızca yıkım değil, aynı zamanda bu yıkımın politikleşebileceği bir zemin anlamına gelir.
Gettolaşma, yalnızca ekonomik yoksunluğun değil; mekânsal dışlanmanın da somut bir sonucudur. Modern kentlerin çeperlerine itilmiş bu bölgeler, fiziksel olarak sıkışmış, altyapıdan yoksun, devlet hizmetlerinin ya yok sayıldığı ya da baskı biçiminde göründüğü alanlardır. Bu mekânsal daralma, yalnızca kalabalık konutlarda yaşamak anlamına gelmez; aynı zamanda geleceğin, güvenliğin, temsilin ve nefes alacak bir toplumsal alanın daralmasıdır. Kapitalist kentleşme, sermayeyi merkezde yoğunlaştırırken, yoksulları periferiye iter; bu itme yalnızca coğrafi değil, aynı zamanda politik bir ayrıştırmadır. Bu bölgeler “öteki”nin yerleştirildiği, devletin yalnızca kolluk kuvveti olarak varlık gösterdiği yerlerdir.
Bu sıkışmışlık, yalnızca pasif bir yoksulluk hali yaratmaz; aynı zamanda içten içe bir gerilimin, bastırılmış öfkenin, mekâna sinmiş bir huzursuzluğun da kaynağıdır. Michel de Certeau’nun kavramsallaştırdığı gibi, kent yalnızca iktidarın planladığı bir organizasyon değil, aynı zamanda alt sınıfların bu plana karşı verdikleri gündelik mikro mücadelelerin de alanıdır. Getto, bu anlamda sessiz bir isyanın mekânıdır. Burada oluşan altkültür, yalnızca hayatta kalma stratejisi değil; aynı zamanda kente, düzene ve merkeze karşı kolektif bir karşı söylemdir. Bu söylem bazen bir duvar yazısı, bazen bir sokak dansı, bazen ise madde kullanımında vücut bulur. Her biri, sistemin dışladığı mekânsal bedenin, merkeze geri konuşma çabasıdır.
Kapitalist kentleşme, bireyin mekânla kurduğu ilişkiyi zayıflatırken, bu mekânsal marjinallikteki öfke kimi zaman kendini bağımlılık, kimi zaman ise isyan biçiminde açığa vurur. 2005 Paris banliyö ayaklanmaları, 2020 Minneapolis isyanı ya da Brezilya favelalarında gelişen yerel hareketler, kent çeperinde biriken bu bastırılmış enerjinin nasıl patlayabileceğinin göstergeleridir. Bu isyanlar yalnızca politik taleplerin değil, mekânsal boğulmanın da sesidir. Çünkü bir yerden dışlanmak, yalnızca fiziksel değil; varoluşsal bir inkâr anlamına gelir. Ve bu inkâr, bazen bir molotof kokteyli kadar fiziksel, bazen ise bir eroin şırıngası kadar içe dönüktür.
Zengin sınıfların bu alt kültüre duyduğu ilgi ise başka bir biçimde tezahür eder. Getto estetiği, sokak modası, mahalle dili ya da "gerçek yaşamın sertliği", üst sınıflar için bir tür egzotik dekoratif öğeye dönüşür. Bu özentilik, yaşanmışlığın değil temsilin tüketilmesidir. Alt kültür, deneyimlenmek yerine simgeleriyle giyilir, dinlenir ya da sergilenir. Zenginlerin bu altkültüre yönelimi, devrimci bir arayış değil; sıradanlaşan hayatlarına heyecan katma girişimidir. Bu durum, kültürel bir vampirizm biçiminde işler: bastırılmış olanı sahiplenerek tüketmek, ama onun yarattığı direnişi görmezden gelmek. Burada, zenginlerin altkültüre duyduğu özentiyle, alt sınıfların içinden gelen sistem karşıtı çatlağı birbirinden ayırmak önemlidir. Çünkü birinde yaşanmışlık vardır, diğerinde ise temsiliyetin fetişleştirilmesi. Zengin sınıflar için bu özentilik, sistemin sınırları içinde oynanan güvenli bir performanstır. Onlar için getto estetiği bir gece kulübü dekoru olabilir; ancak gettonun kendisi hâlâ polis baskısının, yoksulluğun ve dışlanmanın gerçek mekânıdır.
Bu yüzden madde bağımlılığı, yalnızca bir sağlık ya da bireysel irade sorunu değil; sistemin üretip yeniden ürettiği yapısal bir sorundur. Bireyin kimlik, anlam ve aidiyet yoksunluğu; sistemin bireyi sıradanlaştıran, makineleştiren doğasıyla doğrudan ilişkilidir. Kaçış, bu anlamda hem gerçekliğe hem de kimliğe yönelir. Ancak bu kaçışın yönü belirleyicidir: alt sınıflarda bastırılmış bir öfke ve direniş potansiyeli taşıyan bağımlılık, üst sınıflarda tüketilebilir bir zevk nesnesine indirgenir. Biri hayatta kalmanın patolojisi, diğeri varlık içinde sıkılmanın modasıdır.
Kapitalizm geriledikçe, yani eşitsizlikler derinleşip krizler yoğunlaştıkça, bireylerin sisteme tahammülü azalır. Bu durum, hem daha yaygın bağımlılıklara hem de daha görünür direniş biçimlerine neden olur. Marcuse’un belirttiği gibi, bastırılan arzular baskının arttığı noktada geri döner. Bu dönüş, yalnızca alt kültürlerde sistemin çeperlerinden ses verir. Zengin sınıfların bu çatlaklara dair sahip olduğu tek şey imajdır; oysa getto, bu çatlağın içinden konuşur.
Dolayısıyla madde bağımlılığı, sistemin çelişkilerini yansıtan bir semptom olduğu kadar, çöküş anlarında devrimci potansiyeli de barındırabilir. Alt sınıflarda, baskı ve dışlanmayla yoğrulan bağımlılık deneyimi, kolektif bilinçle buluştuğunda bir kırılma yaratabilir. Zengin sınıfların bu kültürü fetişleştirmesi ise bu çatlağı yeniden kapatmaya çalışmaktan öteye geçmez
*Hippi yaşam devrimci bir potansiyel barındırabilir mi*?
1960’lı yılların sonunda, psikedelik kültür, hem bireysel bilinç değişimlerini hem de toplumsal yapıları sorgulayan bir hareketin simgesi haline gelmişti. Psikedelik maddeler, özellikle hippiler tarafından, toplumsal normlardan ve kapitalist sistemin dayattığı değerlerden kaçmak, daha özgür, daha barışçıl ve daha doğal bir yaşam biçimi yaratmak için kullanılmıştır. Ancak, hippilerin bu arayışının devrimci bir özneye dönüşme potansiyeli sınırlı kalmıştır. Onların hareketi, genellikle bireysel bir özgürleşme ve içsel dönüşüm odaklıydı; toplumsal yapıyı köklü bir şekilde değiştirmeye yönelik somut bir mücadele anlayışı geliştirememişlerdir.
Hippiler, psikedelikleri yalnızca bilinçlerini genişletmek, ruhsal aydınlanma sağlamak için değil, aynı zamanda toplumun kapitalist değerlerine karşı bir karşıtlık olarak kullanmışlardır. Psikedelikler, bireylerin kendilerini ve toplumu farklı bir perspektiften görmelerine yardımcı olmuş, varoluşlarının sınırlarını sorgulamalarına olanak sağlamıştır. Bu, aslında bir tür bireysel devrimdi; bir anlamda kapitalizmin tüketim odaklı, bireyi nesneleştiren yapısına karşı kişisel bir başkaldırıydı. Ancak bu başkaldırı, devrimci bir toplumsal değişim çağrısı değil, mevcut düzenin sınırları içinde kalmış bir alternatif yaşam arayışıydı. Hippiler, "doğal" bir yaşam tarzını savunmuş ve tüketime dayalı toplumdan uzaklaşmayı tercih etmişlerdir. Bu yaşam tarzı, daha sade, daha özgür bir yaşam biçimi sunmayı amaçlasa da, toplumsal yapıları doğrudan dönüştürmeye yönelik bir strateji içermemektedir.Psikedeliklerin, hippilerin toplumsal dönüşüm arayışında nasıl bir rol oynadığına bakıldığında, bu deneyimlerin yalnızca bireysel bir bilinç değişimi sağlamakla kalmadığı, aynı zamanda toplumsal yapıları sorgulayan bir etkiye sahip olduğu görülür. Bilinç değişimi, toplumsal bağların güçlenmesine ve bireysel özgürlüğün daha derin bir şekilde kavranmasına olanak sağlamıştır. Ancak, hippiler bu bilinç değişimlerini, örgütlü bir toplumsal mücadeleye dönüştürmektense, kişisel özgürlüğü ve içsel huzuru aramayı tercih etmişlerdir. Onlar için devrim, daha çok içsel bir dönüşüm ve alternatif bir yaşam biçimi yaratma süreciydi. Kapitalist toplumun baskılarına karşı bir direniş oluşturmuşlar, ancak bu direnişin çoğunlukla bireysel düzeyde kaldığı söylenebilir.
Hippiler, toplumun köklü yapısını değiştirme çabası yerine, daha çok toplumsal normlara karşı bir kültürel eleştiri geliştirmişlerdir. Bu kültürel eleştiri, doğrudan bir devrimci mücadelenin ve toplumsal yapıyı dönüştürmenin ötesindeydi. Psikedelikler, bireylerin bilinçlerini genişleterek, onları mevcut normlardan bağımsız düşünmeye ve yaşamlarını yeniden şekillendirmeye yönlendirmiştir. Ancak bu, toplumsal yapıları köklü bir biçimde değiştirme anlamına gelmemekteydi. Psikedeliklerin kullanımı, kişisel özgürlüğün, eşitliğin ve barışın savunulması açısından önemli bir araç olmuşsa da, toplumsal değişimi organize etme ve devrimci bir hareket oluşturma noktasında sınırlı kalmıştır.Bu bağlamda, hippilerin hareketi, toplumsal dönüşüm arayışında devrimci bir özne olma potansiyeline sahip olsa da, çoğunlukla kültürel bir karşıtlık ve alternatif yaşam biçimi arayışıyla sınırlı kalmıştır. Kapitalizmin baskılarından kaçmak ve alternatif bir yaşam tarzı kurmak isteyen hippiler, devrimci bir hareketin temel öğeleri olan örgütlenme ve kolektif mücadele stratejilerinden uzak durmuşlardır. Bu, onların devrimci özne olma yönündeki sınırlılıklarını ortaya koyar. Psikedelikler, toplumsal eşitsizlikleri ve kapitalizmin birey üzerindeki baskılarını sorgulamak için bir araç olabilirken, hippilerin bu sorgulamayı toplumsal yapıları dönüştürme mücadelesine dönüştürmeleri, genellikle bir adım daha atılamamıştır.
Sonuç olarak, hippiler, toplumsal yapıları sorgulayan bir kültürel hareketin temsilcisi olmuşlar, ancak bu sorgulama çoğunlukla bireysel bir özgürleşme arayışına odaklanmış ve devrimci bir özne olmaktan uzak kalmıştır. Psikedelikler, toplumsal eleştiriyi şekillendiren önemli bir araç olmuş ve insanların kapitalist sistemin dayattığı sınırları aşmalarına yardımcı olmuştur. Ancak hippiler, toplumsal yapıyı köklü bir şekilde dönüştürmeye yönelik somut bir devrimci strateji geliştirmedikleri için, toplumsal dönüşümde devrimci bir özne olma noktasında sınırlı kalmışlardır.
Oktay kavaz
Yorumlar
Yorum Gönder