Nietzsche Delirdiğinde

 

The Turin Horse(2011)

6 Ocak 1889 günü Jacob Burckhardt arkadaşı F.Nietzsche’den bir mektup alır:

 “Sayın profesör iş geldi şuraya dayandı, pekala baselde bir profesör olabilirdim tanrı olmak yerine ama dünyayı yaratmaktan geri duracak kadar bencillik etmek istemedim. Artık dünyayı kurtarmaya hazırım. Tanrının krallığının yerine yeni bir krallık yarattım, şimdi artık Fas, Moskova ve Roma'nın büyük işlerini de üstleniyorum.

Yarın oğlum Umberto sevgili Margarita ile birlikte buraya gelecekler, gerisi Gosima için, biz ara sıra onunla büyü yapardık. ”

Burckhardt bu mektubu alınca telaşlanmaya başlar ve 6 Ocakta hemen Overbeck’i ziyaret eder. Overbeck de zaten birkaç haftadır Nietzsche'nin ruhsal durumunu kaygı verici bulduğundan, üniversitede psikiyatri profesörü ve yöredeki psikiyatri kliniğin müdürü olan meslektaşı Ludwig Wille’ye danışır.

10 Ocakta Nietzsche'yi alıp Basel'e getirirler. Doktor Ludwig Wille’ye gösterirler. Wille ‘paralysis progressive’ tanısını koyar. Nietzsche’nin annesine haber verirler ve 14’ünde gelir. 17 Ocakta Jena'ya taşırlar Nietzsche’yi. Nietzsche’nin son sağlam günü 7 Ocak, tanının konduğu gündür. Aynı gün Overbeck arkadaşına yazdığı mektupta şöyle yazar “Nietzsche’nin işi bitik.” Henüz 45 yaşındadır Nietzsche.  

1889'dan önceki yıl, 1887'nin güzünden başlayarak Ocak 1889'a kadarki süre Nietzsche’nin olağanüstü verimlilikle yazdığı bir süreçtir, 6 kitap, 4 cilt aldığı notlar ve notlar ve kitaplar kadar da mektup yazmıştır. Fakat 88'in sonlarına doğru Burckhardt’ı telaşlandıran ilginç mektuplar yazmaya başlamıştır.

4 Ocaktaki mektubunda el yazısı değiştinden ötürü en son aklı başında olduğu zaman 3 Ocak olarak da kabul edilebilmektedir. Ondan sonraki defterleri tüm yapıtlarına dahil edilmeyip ayrıca basılmıştır. 1 Ocakta yazdığı mektubunu Dionisos diye imzalıyor. 1-2-3 Ocakta yazdığı mektuplarını “Dionisos, Çarmıhtaki” diye imzalıyor. 3 Ocaktaki mektubunda ‘tanrı dünyaya indi, her yerde göklerin sevincini görmüyor musun’ diye yazıyor ve yine çarmıhtaki diye imzalıyor. İtalya kralı umberto’ya bir mektup yazıyor “Getirdiğim barış üzerinize olsun Salı günü Roma’ya iniyorum sizi de papanın yanında görmek isterim” ‘Çarmıhtaki’ diye imzalıyor.

Delilik mektuplarının 89 Ocağının başından beri sürdüğünü görürüz. Nietzsche o günlerde evinde bağıra çağıra şarkılar söylemeye başlamış piyanoda ezbere çaldığı Wagnerlerin ötesine geçmiş, dirsekleriyle tuşlara vurmaya başlamıştı. 3 gece üst üste hiç kimse uyumamıştı evde. Kaldığı evin sahibi Fino ailesi, Nietzsche’nin odasının anahtar deliğinden baktığında onun odada çırılçıplak bağırdığını, zıpladığını ve dansettiğini görmüştü. Adeta odada tek kişilik bir Dionysos cümbüşü gerçekleşiyordu.

Gelecek 10 yılda hiçbir şey yazmadı. “akıl almaz büyüklükte hayaller görüyor durum umutsuz”. 45 yaşında insanlık tarihinin en keskin akıllarından birisi darmadağın olmuştu.

Bugün 15 Ekim Nietzsche’nin doğum günü, bu vesileyle bir süredir Nietzsche üzerine çalışmakta olduğum konulardan bir yazı yazmak istedim. Maalesef uzun süredir yoğunluğumdan ötürü yazı yazamıyordum. Mutlu yıllar Nietzsche!

 


Torino Atı ve Dostoyevski

 


3 Ocak ya da 4 Ocak 1889 (tarih net değildir) günü ipler kopmuştur. Torino meydanında bir at arabacısının atını kırbaçladığını gören Nietzsche ata sarılıp ağlamaya başlar, sonra da yere yıkılır. Bu olayın gerçekliği sorgulanmaktadır çünkü hikaye, olayın bir şahidi tarafından 11 yıl sonra yazılan bir gazete makalesine dayanmaktadır.

 Eğer bu olay gerçekten yaşandıysa, burada ilginç olan ve Dostoyevski’yle ilişkili birçok şey vardır. Bu olaydan 6 ay önceki bir mektubunda aniden konuyla alakasız bir şekilde, yaşanacak sahnenin bir benzerinden bahsetmeye başlar; “Kış manzarası. Yaşlı bir arabacı, yüzünde son derece zalimce ve çevredeki kıştan daha sert bir alaycılıkla atının üstüne işer. Zavallı, harap olmuş at minnettarlıkla, büyük bir minnettarlıkla çevresine bakmaktadır.”

Aynı sahnenin daha da eksiksiz bir hali Suç ve Ceza’da bulunmaktadır. Raskolnikov rüyasında 7 yaşındadır. Babasıyla her zaman yürüdükleri bir yoldadırlar, bu yol meyhane ve içinde kilise bulunan bir mezarlığın yanından geçmektedir. Bu mezarlıkta Raskolnikov’un babaannesi ve 6 aylıkken ölen abisinin mezarı bulunmaktadır. Rüyada babasıyla bu yolda yürürken meyhane önünde güçsüz bir atın arabasındaki yükü çekemediği için sahibi tarafından ölümüne kırbaçlandığı bir sahneye şahit olur. Bir süre sonra Raskolnikov daha fazla dayanamaz ve atın boynuna şefkatle sarılıp öpmeye başlar.  Yükünü çekemediği için dayak yiyen at temasının yine Karamazov Kardeşlerde Nekrasov’un bir şiirinde geçtiğinden bahseder Dostoyevski. Bu temanın Dostoyevski için bu kadar önemli olması ilginçtir. Suç ve cezada geçen bu rüya sahnesinin, daha kitabın fikri ortada yokken planlandığını ve romanı yazarken bu sahneyi nereye yerleştireceği hakkında 6 kez fikir değiştirdiğini not defterlerinden biliyoruz. Dostoyevski için bir toplumun komşularıyla ilişkisindeki ahlaklılık ölçüsü, o toplumun insanlarının hayvanlara nasıl davrandığından çıkarsanabilir.

Nietzsche Putların Alacakaranlığı’nda suçlu tipinin elverişsiz koşullarda bulunan güçlü tip olduğunu tartışırken sözü Dostoyevski’ye getirir ve şöyle söyler: “Dostoyevski kendisinde öğrenecek bir şeyler bulduğum biricik psikologdur: yaşamımın en güzel şanslarından biridir, Stendhal'i keşfedişimden de güzel.” Dolayısıyla Nietzsche’nin 1888(kitabı yazdığı yıl)’de Suç ve cezayı okumuş olduğunu tahmin edebiliriz. Bir diğer ilginç nokta bu olayın yaşandığı yılda Nietzsche 44 yaşındadır, bu tam da Dostoyevski’nin Suç ve Ceza'yı yazdığı yaştır.

Friedrich Nietzsche’nin en sevdiği şair olan (Friedrich) Hölderlin’in delirmesinin Empedokles ile özdeşleşmesinde kısmen “alnına yazılı” olduğunu gençken öne sürdüğünü hatırlarsak bu özdeşleşme konusu daha da önem kazanır. Tıpkı Nietzsche gibi Hölderlin de babasını erken yaşta kaybetmişti, doğayı seviyordu ve çok sayıda doğa şiiri yazmıştı, Pforta'ya çok benzeyen bir yatılı okula gitmişti, kabalığın her şeklinden nefret ederdi ve melankoliye eğilimliydi.(Nietzsche Biyografisi, İş Bankası)

Torino atı olayının Nietzsche'nin ruhsallığında bir kırılma noktası olmasına zemin hazırlayan sebebin Dostoyevski ile imgesel özdeşleşmesi olduğunu iddia edebiliriz. Elbette bu olay olmasaydı Nietzsche delirmeyecekti diyemeyiz. Nietzsche de zaten zamanın geldiğini yavaş yavaş hissediyordu. 1888’deki olağanüstü üretken olduğu dönemin hemen öncesinde kendisinde birtakım değişiklikler hissettiğini ve “henüz delirmenin zamanı değil” dediğini biliyoruz. Lacan’ın dediği gibi “Kimse kendi isteğiyle deliremez.” Fakat psikotik alevlenme dönemini imgesel özdeşleşmeler etkileyebilir.

 

 

Nietzsche’nin Hastalığı Psikolojik mi Organik mi?

 

Nietzsche’nin hastalığının gerçek tanısı konusunda tartışmalar hala sürmektedir. 1848’de Nietzsche 4 yaşındayken, babasına ‘serebral yumuşama’ (encephalomalacia) denilen ölümcül bir beyin hastalığı teşhisi kondu. Babası hızla kötüleşmiş kısa süre içinde kör olmuştu. Babası tanı konulduktan 1 yıl sonra 36 yaşında öldü. Bu dönemin Nietzsche üzerinde çok derin etkileri olduğu muhakkaktır.  O dönemle ilgili “o çanların derinden gelen sesi kulağımdan hiç çıkmayacak” demişti. Ecco Homo’nun başında babasını şöyle anlatır:

“Babam 36 yaşında öldü: sevecen, sevimli ve maraziydi, yalnızca geçip gitmeye yazgılı bir varlık gibi, -yaşamın kendisi olmaktan ziyade, şefkatli bir anısı.  Onun yaşamının yokuş aşağı gittiği yıl, benimki de yokuş aşağı gitti: 36 yaşımda canlılığımın en düşük noktasına indim, -hala yaşıyordum ama üç adım önümü göremiyordum.”

Nietzsche çoğunlukla kontrol edilemez, tedavisine uyumsuz bir hasta olmuştur. Doktor muayenelerini sevmez, söylediklerini de genelde yapmazdı. Nietzsche’nin 20li yaşlarından beri migren ağrıları, göz ağrısı, duygudurum değişiklikleri yaşadığını biliyoruz. Nietzsche’nin Hegel, Kant veya Marx gibi bir sistem filozofu olmamasında hastalıklarının da etkisi vardır. Sistem filozoflarının düşünce sisteminin içine girdiğinizde sanki ihtişamlı mimariye sahip bir binanın içine girmişsiniz gibi hissedersiniz. Sanki bir mimar her ayrıntıyı en ince detayına kadar düşünmüştür. Etrafa bakarsınız, duvardaki işlemelere bakarsınız ve çok etkilenirsiniz, sistemin dilini çözdükçe de aldığınız mimari zevk ve o sistemi anlayış gücünüz de artar. Bu filozoflar kendi sistemleri içinde tutarlı olmaya çalışırlar, düşüncelerini matematiksel kanıt yapma keskinliğinde temellendirirler. Nietzsche de böyle uzun kanıtlama biçiminde parağraflar göremezsiniz. Onun dili zaman zaman alaycıdır, poetiktir, ironiktir. Uslubunun bu şekilde gelişmesinin en önemli sebeplerinden birisi de acı dolu hastalıkların gölgesinde yazmak zorunda olmasıydı. Masada oturmaya en fazla 20 dk tahammül edebiliyordu dolayısıyla düşüncelerini kısa ve hızlı, düzgün temellendirilmemiş aforizmalar şeklinde ifade etmek zorundaydı.

Nietzsche 4 yaşındayken ölen babasında hızlı ilerleyen genetik olarak aktarılabileceğini düşünebileceğimiz bir sinir hastalığının varlığı kesindir. 35 yaşında ölen babasının semptomları ağır bir inme sonucu başladığını biliyoruz fakat bu inme fiziksel bir travma sonucu  gerçekleşti ve sinirsel semptomlar ondan sonra mı başladı yoksa zaten hastalığından ötürü fiziksel semptomlar başladığı için mi düşüp inme geçirdi burası belirsizdir. Ölümünden sonra babasının beyin hacminin bir kısmının atrofiye uğramış olduğu görülmüştür

Nietzsche'nin hastalığı genetik aktarılan bir organik hastalık mıydı yoksa psikolojik bir hastalık mıydı bu konu tartışmalıdır.

Nietzsche'nin hayatında 3 ölüm olduğu söylenir. İlki tragedyanın doğuşunu yazdıktan sonra hocasının “Böyle bir kitabı yazan kişi bilimsel olarak ölüdür” dediği, 28 yaşında akademiden atıldığı zamandır. Bundan sonra Nietzsche intihar düşüncelerinin de eşlik ettiği ilk depresif atağını yaşamıştır. 2. ölüm, 44 yaşındaki psikotik kırılmadır ki bundan sonra ölümüne dek bir şey yazmayacaktır. 3.ölüm ise 1900 yılındaki fiziksel ölümüdür.

Nietzsche’nin deliliğinin tamamen psikolojik faktörlerle tetiklenen bir delilik mi olduğu yoksa tamamen organik-genetik aktarılan bir hastalığın nörolojik görünümü mü olduğu o kadar da önemli değildir. Psikolojik hastalıkların her zaman genetik-organik altyapıları vardır, beden ve zihni iki ayrık töz olarak alamayacağımızı modern psikiyatri bize çoktan açık ve net göstermiş bulunuyor.

Nörolojik ve psikolojik görünümü olabilen (hadi diyelim ki)‘tamamen’ organik bir bozukluğun her zaman kliniğini ve prognozunu belirleyen çevresel faktörler vardır. Bir hastalık ailenizde ve akrabalarınızda çokça var ve genetik testler sonucu da yatkın olduğunuz kanıtlandı diye ille de o hastalığa yakalanacağınız anlamına gelmez. Yakalanacağınız kesin olsa bile hastalığın nasıl ilerlediği ve o hastalık ile nasıl bir ilişki kurduğunuz da hayati öneme sahiptir.

Burada radikal bir noktada bulunmak çok sağlıklı görünmüyor. Şu iki uç anlayışa varabiliyor bu konudaki radikallik. Zihni bedenden ayrı bir töz olarak görmeye meyilli tarafta görülen;“eğer hastalık psikolojikse ve organik bir bozukluk bulunamadıysa, farmakolojik yöntemler işe yaramaz ve kesinlikle kullanılmamalıdır.” Diğer uç nokta ise psikolojiyi ve psikoterapiyi küçümsemeye meyilli psikiyatristlerde görülen durumdur; “Eğer hastalık organikse psikoterapi işe yaramazdır o yüzden psikoterapiye boş yere gidilmemelidir, nasıl olsa hastalığın kaynağı bedende fizyolojik olarak sürekli üretildiğinden psikoterapi onu iyileştiremeyecektir.” 

 

Psikoterapi bir hastalığı (diyelim ki) iyileştiremeyecek olsa bile o hastalıkla kurduğunuz ilişkiyi iyileştirebilir, dönüştürebilir. Psikanalizin sonunda olan şey semptomla kurulan yeni bir ilişkidir. 

 

Psikanaliz iyileştirir mi? “Elbette iyileştirebileceğimiz, kullanılmasına son verebileceğimiz semptomlar vardır. Fakat bir de kaçınılmaz semptom vardır, bu Gerçeğin alanındaki bir eksiklikten gelir. Bu iyileştirilemez semptoma gelince, ona bir çözüm sunamayız.” 

~Jacques Alain Miller

 

 

Hastalık - Sağlık Dikotomisinden Çıkmak

 

"İkili işleyiş iktidar aygıtlarının önemli bir kısmıdır. herkesin bir duvara fişlenmesi, bir deliğe gömülmesi için mümkün olduğu kadar ikiye bölme yöntemi (dikotomiler) kurulur." (Deleuze)

 

Bdt'ye ve genel olarak kapitalizme eklemlenen tüm psikoterapilere yöneltilebilecek en önemli eleştirilerden birisi semptomu, zihnin bir bozukluğu veya kişilik yapısından ayrık olan, anlaşılmadan derhal uzaklaştırılması gereken bir şey olarak görmeleridir. Yani bu psikoterapiler semptomuyla kişinin nasıl bir ilişki içinde olduğunu umursamamaktadır. Kişi terapiye bir taleple gelir: “yalvarırım beni hayatımı mahveden şu semptomun elinden kurtarın”. Bdtci şöyle der: “Peki hemen çalışmalara başlıyoruz en kısa sürede sizi kurtaracağız hiç merak etmeyin.” Burada yaşanan şey gerçekten nedir, bu semptomun işlevi nedir, nerden çıkmıştır, anlamı nedir soruları hiç sorulmamaktadır. Kim kimi neyden kurtarmaktadır?

Nietzsche Şen Bilim'de artık, herkes için aynı anlama geldiği varsayılan hastalık ve sağlık fikirlerinden vazgeçmemiz gerektiğini söyler. Hastalığın tanımı kişinin tatmin etmek istediği isteklerine, ihtiyaçlarına ve amaçlarına göre değişir.  Bu yüzden bir kişiye hastalık gibi gelen şey başkasına fonksiyonel veya istenilmesi gereken bir şey gibi gelebilir. Dolayısıyla hastalık ve sağlık tanımlarını ve kriterlerini herkes için aynı yapmaya zorlayıp, hastalık tanı kriterleri kitapları(DSM) yazmaya başlarsanız ortada öznellik de kalmaz özne de kalmaz. Daha çok değil 2 önceki DSM-3 te eşcinsellik bir hastalık olarak tanımlanmaktaydı. Ipa’nın(Uluslararası Psikanaliz Birliği) da tarihi bu konuda çok iç açıcı değildir. Foucault’nun 1955’te eşcinsel olduğu için dönemin IPA başkanı Anna Freud(ki ironiktir ki kendisi de bir eşcinseldir) tarafından psikanalize kabul edilmediğini biliyoruz.

Elbette öznenin bu kategorizasyon girişimlerine bir cevabı vardır, cevabını vermektedir.

Acı bize acının kaynağı olan yeri duyumsatan şeydir. Karnımız ağrımadığı sürece karnımızın varlığını hatırlamayız. Karnımız bir süre şiddetli şekilde ağrıdıktan sonra karnımızın değerini daha çok anlarız ve karnımıza dair farkındalığımız gelişir. Tabi acı geçtikten bir süre sonra yine karnımızı hissetmemeye başlarız. Peki ruhsal acı bize neyi duyumsatmaktadır? Nietzsche’ye göre uzun bir süre ruhsal veya fiziksel acıyla yaşamak, varoluşu daha keskin ve naif olmayan şekilde algılamayı sağlar.

Nietzsche hastalıklarının yardımı olmadan, ulaşmış olduğu düşünsel derinliğe ulaşabileceğine inanmıyordu.

“İşte psikoloğu ilgilendiren soru bu: Düşüncenin kendisine ne olacak hastalığın baskısı altında? (..) Biz filozoflar acılarımızdan sürekli düşünceler doğurmak zorundayız analar gibi; onları tüm kanımızla, yüreğimizle, ateşimizle, hazzımızla, tutkumuzla, acımızla, vicdanımızla, yazgımızla, felaketlerimizle donatmalıyız. Yalnızca büyük acılar ruhun son kurtarıcıları olabilir.(..) Böyle bir acının bizi daha iyi birisi yapıp yapmadığından şüpheliyim ama daha derin birisi yaptığını biliyorum.”

 

Depresif Gerçekçilik

Alloy ve Abramson 1979 yılında bir deney yaptı ve ilginç sonuçlara ulaştılar. Deneklere önlerinde bir düğme ve yanıp sönen yeşil ışık olan bir yere oturmaları söylendi. Onlara düğmeye basarak mümkün olduğunca fazla kez yeşil ışığı yakmaları söylendi. Aslında yeşil ışık, deneklerin düğmeye basmasından bağımsız olarak önceden belirlenen bir oranda yanıp sönüyordu. Deney sonucunda katılımcıların çoğu ışığı kendilerinin kontrol ettiği yönünde bildirimde bulundu. Fakat ışık üzerinde herhangi bir kontrollerinin olmadığını söyleyen (daha gerçekçi) denekler de vardı. Bu deneklerin öz yaşam incelemesi sonucu ortaya çıkan en önemli ortak bulgu, bunların ya geçmişte ya da halihazırda bir depresyon süreci yaşadıkları idi. Bu bulgulardan sonra buna benzer birçok araştırma yapıldı ve hepsinde benzer bulgular vardı. (Lewinsohn, Mischel, Chaplin ve Barton, 1980. Presson ve Benassi, 2003. Tabachnik ve ark. 1983) . Depresifler kendilerine ve dünyaya daha gerçekçi bakabiliyorlardı. Mischel bu olguyu “Depresif Realizm” olarak adlandırdı (1979).

 

 

Bir Delinin Ürettikleri


Nietzsche kendi hayatını “evet ve hayır dediğim” dönem olarak iki döneme ayırsa da Nietzsche uzmanları tarafından genelde eserleri ve yaşamı 3 döneme ayrılır: İnsanca Pek İnsanca’ya dek olan Schopenhauer etkisinin baskın olduğu trajik dönem, buradan Şen Bilim'e kadar olan pozitivist dönem ve Şen Bilim'den sonraki, genellikle delilikle ilişkilendirilen dönem. İlginç bir tesadüftür ki Nietzsche’nin en büyük veliahtlarından birisi olan Foucault’nun eserleri de 3 döneme ayrılır ve son dönemi bireyci olmakla suçlanıp değersizleştirilir.

Nietzsche’nin ürettiği kavramları kendinden önceki felsefi geleneğin kavramlarına benzemez, o kavramlar uzun felsefi soruşturmalar, uzun mantıksal dizgeler sonucu tanıtlanmış konseptler değildir. Onun metinlerinde Kant ve Hegel’de görmeye alışık olduğumuz yarım sayfa uzunluğunda cümleler, takibi zor olan uzun soluklu mantıksal ilerlemeler yoktur.  Bengi dönüş, üstinsan kavramları ve tanrı öldü gibi spekülasyona açık konseptleri büyük bir yorum zenginliğine yol açmıştır çünkü bunların hiçbiri hiçbir metninde doğrudan açıklanmamıştır. ‘Tanrı öldü’ Kaufmann’a göre dinlerin ölümü sonrasındaki insanlığı haber veriyordu, Danto'ya göre bir nihilizm manifestosuydu, Heidegger’e göre ise insanın varoluşsal yalnızlığının bir beyanıydı. Üstinsan, Jung’a göre yeni bir tanrı, Kaufmann’a göre kendi değerlerini yaratan bir insanın sembolü, Heidegger’e göre kendini aşan bir insanlık, Nazilere göre ise üstün ırk olarak anlaşılmıştı.

Bazı uzmanlar Nietzsche’nin son dönemini delilik dönemi olarak adlandırıp o dönemdeki eserlerin dikkate alınmaması gerektiğini söylerler sanki Nietzsche’nin ‘deliliği’ ile ‘normalliği’ arasında keskin bir çizgi çekilebilirmiş gibi. Nietzsche’nin ürettiklerini felsefi doktrinler olarak mı anlamalıyız, bir grup poetik üretim olarak mı anlamalıyız yoksa bunları bir sanrısal üretim olarak da anlayabilir miyiz?

Peki bir delinin ürettiklerinden neden uzak durmalıyızdır? Delinin ürettiği sanrının hakikati ile ‘normalin’ ürettiği hakikat o kadar uzak mıdır?

Tüm hastalıklı durumların asıl değeri, bize bir büyüteç altında normal olan -ancak normal olduğunda kolayca görülmeyen- bazı durumları göstermeleridir."

~Güç İstenci, Nietzsche

 

Sanrı Oluşumu Öncesindeki Süreç(Wahnstimmung) vs Bilimsel Keşif Öncesindeki Süreç

Sanrının psikiyatrideki güncel tanımının kökeni Karl Jaspers’e kadar gider. Jaspers bir sanrıda üç önemli kriter olduğunu söylemişti, bunlar: yanlışlık, kesinlik, düzeltilemezlik. Psikiyatride Güncel tanı kriterlerinin olduğu DSM-V sanrıyı; tersine kanıt olduğunda bile değişmeyen sabit inanışlar olarak tanımlar(fakat bu inanış kişinin kültüründe ve bulunduğu toplumda normalde kabul edilen -din gibi-  bir inanış olmamalıdır)

İnanç ile akıl yürütme arasında şöyle bir ayrım yapabiliriz, akıl yürütme gerçeklikle ilgili bir konu üzerinde, olasılıkların ağırlığını değerlendirme ve bilinçli bir seçim içerir; ve genellikle bir süreç sonunda oluşur. Kesinlik içermez.

İnanç ise iman etmek gibi olduğundan yanlışlık ve doğruluk dikotomisi uygulanamaz. Muhtemel olasılıklar arasından bilinçli bir seçim yoktur, kesinlik içerir. Dolayısıyla sanrının bir tür inanç olduğunu öne sürebiliriz. Sanrılı kişi şüphe duymaz, aksine kanıtlar gösterilse de ikna edilemez. Çünkü bu bilinçli bir süreç değildir, bilinçdışıdır bu yüzden de ikna, rasyonellik, akıl yürütme, kanıt gösterme gibi bilincin fonksiyonlarıyla değiştirilemez.

Sanrılı bir inancın tam olarak oluşmasından önceki sürecine wahnstimmung(sanrısal mod) denmiştir. Bu evre çoğu yazar tarafından şizofrenin ilk evreleri olarak görülmüştür. Bu süreçte kişi yaşam anlatısının bozulmaya uğradığını hisseder. Bu evrede kişinin zihinsel birliği ve tutarlılığı bozulmaya başlar, ontolojik bir emniyetsizlik, Kohut’un deyişiyle çözülme anksiyetesi hissetmeye başlar. Zaman ve mekan algısı sarsılır, adeta zaman ve mekanın çivisi çıkmıştır. Sembolik zemin ayaklar altından kayar, artık görülen dünyayı anlamlandırmak için Kant’ın gerekli olduğunu varsaydığı apriori kategoriler kaybolmuştur veya birbirine girmiştir. İmgesel düzlemde de işler karışır, imgeler kontrolsüzce uçuşmaya başlar. Kategorilerin buharlaştığı bu psikotik dünyada artık yoğunlaştırma, abartma, yer değiştirme operatörleri devreye girmiştir. Şeyler eski anlamlarını yitirir. Kişi bir süreliğine yaşadığı deneyimleri zihnindeki sembolik düzene yerleştiremez. Artık her şey her şeye denk olabilir, her şey her şeyle bir tutulup özdeşleştirilebilir. Kişi bir yandan dayanılmaz belirsizlik duygusu ile dolmakta bir yandan da kışkırtıcı yeni bir anlam duygusuyla ayartılmaktadır. Sanrı oluşumu için gerekli zemin artık mevcuttur. Oluşma sürecindeki bu (sanrı)yeni anlam-hikaye, parçalanma tehlikesi altındaki kişisel hikayesini tekrar birleştirme vaadini içerir. Bu evrede kişi,“kesinlikle bir şeyler oluyor, ancak ne olduğunu bilmiyorum”diyecektir. 

 

“Hasta, dünyasını sanrılarına verdiği mesaiyle inşa eder. Patolojik bir ürün olduğunu düşündüğümüz sanrı oluşumu esasen bir iyileşme girişimidir, bir yeniden yapılanma sürecidir. Psikozda iki kademenin ayırt edilmesini bekleyebiliriz. Kademelerden ilki benliği gerçekten uzaklaştıracak, ikincisi ise hasarı iyileştirmeye ve altbenliğe rağmen öznenin gerçeklikle ilişkisini yeniden kurmaya çalışacaktır.” (Freud, 1924)

 

Sanrı, Nietszche’nin deyişiyle hayat kurtaran bir yalandır. Bir paranoyak size ben bir peygamberim siz de benim tebaamsınız dediğinde bunu toplumsal gerçekliğe göre değerlendirirsek yalan olduğunu düşünebiliriz ama bunun o kişinin ruhsal dünyasındaki fonksiyonuna baktığımızda bunun hayat kurtaran bir yalan olduğunu görebiliriz. Nietzsche bazen yalanı, yanlış hatırlamayı, çarpıtmayı över. Eğer bir yalan yaşamın lehineyse onu neden takdir etmeyelim ki, veya bir doğru yaşamın aleyhineyse onu neden ille de belirtme ihtiyacı hissedelim? (Aklıma gelen bir Selahattin Pınar şarkısı 'Bir gizli yalan söyle de aldat beni kandır')

Bir sanrıyı günlük yaşamımızda kullandığımız kategoriler ve anlamlandırma biçimlerimizle anlayamayız.Bu nedenle Jaspers sanrının anlaşılmazlığı kriterini de ortaya atmıştır. O kişinin neden ‘ben bir peygamberim’ dediğini anlayabilmeniz için o kişinin kendi gerçekliği içindeki kategorileri ve anlamlandırma biçimini anlamanız gerekir. Sanrı, aksi taktirde, kişiyi zehirleyebilecek bir gerçekliğin kendine özgü bir dille ifade edilmesidir.

Öte yandan bilimsel keşif süreci ise bilincinde olunan bir çıkmaz üzerinde uzun süre düşünme sürecininden oluşur. Anlamlandırılamayan bilimsel bir fenomene anlam verilmelidir veya iki farklı fenomeni açıklayan ama aralarında matematiksel tutarsızlık olan iki teori arasında(mesela kuantum mekaniği ile genel görelilik arasında) kapsayıcı yeni bir ilişki kurulması gereklidir.

Ani yapılan bir bilimsel keşif de tıpkı sanrı gibi sarsılmaz bir kesinlik duygusuyla doldurur kişinin zihnini, ve büyük bir haz verir.

Sanrı, tıpkı bilimsel bir keşif gibi, daha önce ilişkilenmemiş iki şey arasında yaratıcı bir atlayış gerçekleştirerek yeni bağlantı kurmaktır. Bu iki yeni bağlantı kurma biçimi de, daha önce eski kategorilerle kurulamamış bir bağlantıyı görmektir veya keşfetmektir, yani varsayılan kategorilerin ve eski düşünme biçiminin ötesine geçmektir. Bize öğretilmiş genel geçer kategorilerden geçici bir süreliğine geriye çekilmek (regrese olmak), yeni bağlantıyı görebilmek için iki süreçte de gereklidir. Bu açıdan, sanrılı kişi ve bilimsel keşif yapan kişi, ikisi de kesinlikle konformist değillerdir.

 

 

“Hala bir felsefi doktor bekliyorum kelimenin anlaşılmadık anlamıyla –bir halkın, bir çağın, bir ırkın ya da insanlığın tüm sağlık sorunlarının peşini bırakmayacak biri –kuşkusunu doruklarına ulaştırıp, şu önermeyi ileri sürme gözü pekliğini bana sağlayacak bir doktor: Şimdiye dek tüm felsefe yapmalarda söz konusu olan ‘hakikat’ değil başka bir şeydi, diyelim ki sağlık, gelecek, büyüme, güç ve yaşam…”

~Şen Bilim, Nietzsche

 

 

                                                                                  Yazan: Mehmet Fatih Akpek

 

 


Kaynakça

 

  • Lavrin, J. (1969). A Note on Nietzsche and Dostoevsky. The Russian Review, 28(2), 160–170. https://doi.org/10.2307/127505
  • Cybulska, Eva(2008). Were Nietzsche’s Cardinal Ideas - Delusions?  doi: 10.1080/20797222.2008.11433959

  • Faschi V. Nietzsche’s illness diagnosis issues: a review of his clinical records and some recent hypotheses. medhistor [Internet]. 2018 Dec. 17 [cited 2022 Oct. 15];2(3):126-32 
  • Gustavo Figueroa, Nietzsche's Mental Disorders: Madness, Being Sick, "How To Become What You Are".Journal of Neuroeuropsychiatry, 57(4). 2020.
  • Joulian Young, NIETZSCHE, Bir Filozofun ve Felsefenin Biyografisi, iş bankası, 2010.
  •  L. B. Alloy, et al. (1979). Judgment Of Contingency In Depressed And Nondepressed Students: Sadder But Wiser?. Journal of Experimental Psychology: General, sf: 441-485.
  • Nietzsche, Ecco Homo, İş Bankası, 2017.
  • Nietzsche, Şen Bilim, Say Yayınları, 2021. 
  • Nietszche Bize Ne Söylemeye Çalışıyor? Levent Kavas, https://www.youtube.com/watch?v=0jBzRPXb6UE&t=875s
  • https://www.faena.com/aleph/the-true-story-of-the-turin-horse-or-nietzsches-horse

 

Yorumlar

  1. Özlenen yazar yazı atmış

    YanıtlaSil
  2. Geri döndüğünde sevindim

    YanıtlaSil
  3. Fatih bey her hafta sizden yazı okumak istiyorum çok az yazıyorsunuz lütfen biraz daha fazla yazın

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Maalesef okul yoğunluğundan dolayı çok az vakit bulabiliyorum yazmaya. Çok teşekkürler değerli yorumlarınız için😊.

      Sil
  4. Çok güzel bir yazı olmuş Keyifle okudum

    YanıtlaSil
  5. Yazınızı çok beğendim, elinize sağlık

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

👉 popüler yayınlar