Var Olmanın Ahlakı
“Eğer ki bir Tanrı yoksa her şey mubah olurdu.” Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler” eserinde bulunan, Sartre tarafından “Varoluşçuluğun çıkış noktası.” olarak tanımlanan bir alıntıdır. Sartre bu alıntıyı basit bir teistik argüman olmaktan çıkarıp Dostoyevski’nin de ifade etmeye çalıştığı varoluş kaygısını bir felsefe manifestosu haline getirmiştir. Bu manifestolaştırma kendini özgürlük ve ahlak problemlerinde göstermektedir. Bu problemleri açmak için Kant’ın ödev ahlakını aktarmamız gerekmektedir.
Kant’a göre ahlakın temelleri çıkar veya Tanrı olamaz. Ahlakın temel maksimi yani altında yatan sebebi insan olmanın kendisidir. Kendisine yapılması istenmeyenin bir başkasına yapılmaması ve ahlaklı davranışın altında insanın ahlaklı olma dürtüsünden başka bir temelin var olmaması koşulları Kant için ahlaklı olmaktır. Temel olarak bir şeyi evrensel olarak ahlaki yapan “Herkes böyle yapsaydı nasıl olurdu?” sorusudur Kant için. Bu yönteme Kant akıl yolu ile evrensel ahlaka ulaşma demektedir. Bir davranışın değerini aklımız ile bir simülasyon ortamında dünya çapında nasıl bir sonuca yol açacağını tartarak onun evrensel olma potansiyelini tartmış oluruz. Fakat bu yöntem cinayeti destekleyen birisi için bir geçerlilik sağlayabilir mi? Eğer ki şahıs cinayeti destekliyor ve toplumda güçlünün hayatta kalmasını savunuyorsa cinayetin ahlaki olduğu bir dünya onun için akılsal olarak yanlış bir konumda olmaz. Bu durumda Kant’ın ahlak anlayışı pasif ve rölatif kalmaktadır. Rölatif bir ahlak, ahlaktan çok etiktir. Yani kendi varoluş çizgini hazırlama yöntemidir. Bu varoluş çizgisi ise ahlaktan dışarı çıktığında bir varoluş krizi yaşanmaktadır. Peki bu nedendir? Bu soruya değinmeden önce Kant ahlakını Kant’ın karşı çıktığı temeller ile karşılaştırmamız gerekmektedir.
Tanrı korkusu ile veya çıkara dayalı “ahlak” anlayışlarının temel sorunu bir ahlak olmamalarıdır. Ahlak kelime yapısı olarak yaratılışa uygun demektir. Yaratılış burada varoluş anlamına gelen bir metafordur. Bu bilgi doğrultusunda varoluşun bireyler üzerinde nesnel bir etki yaptığını söyleyerek nesnel bir iyi kötü anlayışını, dolayısıyla evrensel ahlakı varoluş temelleri ile yapabiliriz. Fakat Tanrı korkusu ve çıkar bireysel olması dolayısıyla da görecelidir. Bu durumun aynısını Kant’ın akıl ile temellenen ödev ahlakında görmekteyiz. Fakat Kant diğer iki ahlak anlayışından farklı olarak ahlakı insan temellerine indirmiştir. Çeşitli üretim koşulları veya mistik varlıklardan bağımsız bir ahlak anlayışı oluşturması ahlak alanına yeni bir bakış açısı kazandırmıştır. Alman idealizminin hümanizmin zirve noktası olmasını buradan yönelik çıkartabiliriz. Kant ve Hegel’in Rönesans döneminde ortaya çıkan hümanist felsefe anlayışını getirdikleri seviye bizi insanlığı anlamaya ve sonrasında da hakikati insanda aramanın boşa bir çaba olduğunu Heidegger’in fikirleri ile göstermiştir. Bu durumda karşımıza bir sorun çıkmaktadır. Ahlak hakikate mi insanlığa mı bağlıdır?
Alman İdealizminin Heidegger’e göre yaptığı en büyük hata insan ile hakikati ayıramamış olmalarıdır. Kant’ın varlığın yasalarını zihne içkin etme çabasının içinde aslında bunu görebiliriz Alman İdealizmi kendi çapında insan kavramını felsefi olarak öyle büyük bir boyuta taşımıştır ki İdealizm sonrası gelen Materyalizm ve onun bir sonucu olarak doğan anti-hümanizm(Heidegger, Althusser…) artık insanın ne olduğunu değil, hakikatin duruşuna karşı olarak nerede konum aldığını tartışmaktadır. Bu durum ahlakın üzerine de bir önerme atabilmemizi sağlamıştır. Evrensel ahlak hakiki olanı değil nesnel olanı konu almak zorundadır. Kant ve Alman İdealizmi süresinde ortaya çıkan ahlaki hata olan rölatiftik insan ile hakikati ayıramamanın bir direkt sonucudur. Bunu söyleyebilmemizin sebebi ise ahlakın hakiki olarak yorumlanmasından dolayı insanlar bir hakikat doğrultusunda aynılaştırılmaya çalışılmıştır. Hakikat aynılaşan bir süreçtir, insan ise bu aynılaşmanın ortasında yer alır. Onun kendisi ile karıştırılmamalıdır. İnsan düşünceleri aynılaştırılınca bir katilin düşüncesinin de ahlaki olabileceği hesaba katılmamıştır. Peki bu durumda ahlak insan temel alınarak nasıl oluşturulabilir?
İnsanların en temel ortak özelliği var olmalarıdır. Bu varoluş onlarda bir ortak duyum yaratmaktadır. Bu ortak duyum bir şeyin kötü veya iyi olmasını hakiki veya nesnel olarak belirlemez. Ortak duyumun belirlenimini sağladığı şey toplumun stabil olması için içinde bulundurduğu koşullarıdır. “Ahlak aslında kelime kökeni olarak yaratılışa uygun demektir. Biz burada yaratılış kelimesini insan doğasının nitelikleri anlamında bir metafor olarak kullanmaktayız. Bu metaforumuzda gördüğümüz üzere bu ahlaklılık durumu toplum yapısında ihtiyaçlar doğurmaktadır. İnsanların toplumsal ihtiyaçları işbölümünü doğurduktan sonra da evrensel ve optimal bir ahlaka sebebiyet verecektir. “. Bu alıntı daha eski bir yazımdan alınmıştır. Bu alıntıda ifade etmek istediğim şey aslında ortak duyumun yani toplumsal ihtiyaçların ortaya bir optimal ahlak çıkartmasıdır. Bu optimal ahlak toplumda mülkiyetsizleşme ile tarihsel olarak girdiği deformasyonların etkisinden kurtulacaktır.
Bu durumda görüyoruz ki insanların varoluşsal olarak ortak duyumlarla bir araya gelmesinin oluşturduğu yapı olan toplum bize ahlaki olarak bir şart sunmaktadır. Varoluşumuza bağlı olan bir özgürlük. Varoluşun kendimize karşı bir sorumluluk oluşturmasından kaynaklı olarak kendi sosyal güdülerimize yönelik duyduğumuz yükümlülük, ahlaki olarak bize bunalım hissiyatları ile doğru ve yanlışı göstermektedir. Ahlak bu noktada ortaya çıkmaktadır ve kendini ifade etmektedir. Üretim mekanizmaları değişikçe ahlakın üzerindeki kavramsal baskılar kalkacak ve kavramlar özgürleştikçe ahlak da organikleşecektir. Bu organikleşme süreci ahlakın sentetik kavramlardan arınarak post historik toplumun kavramsal baskısız ahlakı haline gelmesidir. Ahlakın kavramsal olarak bastırılması ise çeşitli “hakiki” yasalar ile insanın özgür iradesinin kısıtlanmasıdır. Yani Tanrı’nın bir şeye izin verip vermemesi aslında o şeyin ahlaki açıdan değerini yok etmektedir. Ahlaki açıdan değeri yok edileceği için ahlak varoluş ile bağlandığı anda ahlak haline gelecektir. Tanrı ve toplumsal töreler ahlak üzerinde belirlenim sahibi olamaz. Eğer ki olursa bu ahlak değildir ancak ve ancak iktidarların baskı mekanizmalarıdır.
Gördüğümüz üzere ahlak varoluşsal kaygının ortaya çıkarttığı özgürlüğün saf biçiminin, bunalımlar ile bizi toplumsal olarak dengede tutan biricik mekanizmasıdır. O kirletilemez. Deforme edilebilir ama tarihin görevi elinde bir temizlik bezi varmışçasına onu temizlemektir. Tarih görevini şevk ile yapar. Buna ne tanrılar ne de iktidarlar engel olabilir. O var olmak için vardır ve var olacaktır.
-Mostar
tebrikler kısa ve öz bir yazı olmuş.
YanıtlaSilteşekkür ederim:)
Sil