Yugoslavya’yı “Sen” yıktın.
20. yüzyılın Cihan Harplerinden sonra gördüğü en vahşi sıcak çatışmalardan bir tanesi şüphesiz ki Yugoslavya’nın dağılım sürecidir. Yaklaşık 10 yıl sürmüş, ilk üç yılı insanlık tarihinin en vahşi insanlık suçlarını görmüş(Srebrenitsa, Biyelina, Mostar, Saraybosna...) bir savaşlar ve çatışmalar bütünüdür bu savaş. Peki Josip Broz Tito altında huzur içinde yaşamış, aynı dili konuşmuş, aynı ülkeyi paylaşmış bu etnik gruplar nasıl oldu da birbirlerinin boğazlarına yapıştı? Tarihlerinde geriye gidersek dillerinin bile Güney Batı Slav dili ailesinde Sırp-Hırvat dili (bazı kaynaklarda Sırp-Hırvat-Boşnak dili olarak geçer) tek bir dil olarak ele alınır. Bu dili konuşan coğrafyaya bakarsanız Bosna-Hersek, Sırbistan, Hırvatistan ve Karadağ olduğunu da görebiliriz. Dolayısı ile birbirine tarihsel kökenli bir nefret duymadıkları aşikardır. Bu olguya tek istisna İkinci Dünya Savaş’ında Hırvat faşist bir organizasyon olan Ustaşe’nin Alman devleti ile beraber hareket etmeleri ve Sırp soykırımına yönelmeleridir. Yine de 1941-44 arasında olan bu zulümden başka eski bir tarihsel gerilim görülmemektedir. Hatta ilginçtir ki kendilerini Yugoslav prensliğinin (Tito öncesinde Yugoslavya bir prenslikti) son koruyucuları olarak ifade eden Sırp Çetnikleri “komünizm tehditine” karşı kendi etnik gruplarına zulüm eden Ustaşe’nin saflarında yer almaktan çekinmemişlerdir bile (Bosna Sırp’ı ve Çetnik komutanı olan Uros Drenoviç’in Ustaşe askerleri ile içerken fotoğraflarını bulabilirsiniz). Drenoviç örneğinden ilerleyecek olursak Drenoviç’in kendi grubunu Çetnik olarak nitelendirmesine rağmen Ustaşe saflarına geçmeden önce Partisan yapılanmasında yer aldığını görebiliriz. Hatta Drenoviç ve Çetnikler, Partisan yapılanmasından ayrılmadan önce bile Partisan grubu içerisinde anti-Müslüman şovenizmi ile suçlanmıştır. Aslında Çetniklerin anti-Müslüman şovenizmi ile mimlenmeleri Ustaşe kıyımlarından 50 yıl sonra gerçekleşecek kıyımlara bir işarettir. Örneklerimizi her taraf için çoğaltabiliriz. Mesela Ustaşe’nin Sırp zulmünün sebebi anti-Ortodoks şovenizmi olarak da tanımlanabilir. 50 yıl sonrasına giderseniz Sırp-Arnavut gruplarının Kosovo’da çatışmalarının sonucu olarak Sırpların Arnavutlara zulmünden ve tehcirlerinden sonra Arnavutların da Romanlara Kosovo’da zulüm ettiği, BM kamplarında terör estirdikleri ortaya çıkmıştır. Peki bütün bunları size niye anlattım? Aynı dili, kültürü, toprakları paylaşan bir grup neden dini (Sırp-Bosna-Hırvat karşılıklı zulümleri) ve etnik farklar (Sırp-Arnavut, Arnavut-Roman zulümleri) yüzünden birbirlerine düşmelerinin kimlik ile ne alakası olabilir? Aslında birbirine düşmektedir tüm sır. Bakın size bir kelimeden bahsetmek istiyorum. “دشمن”. Bu kelime Farsça bir kelimedir. Latin alfabesi ile yazılışı “dušman” ve tahmin edebileceğiniz gibi anlamı da düşmandır. Bilmediğinizi düşündüğüm şey ise bu kelimenin 31 ayrı ve halen kullanılan dilde (Sırpça, Boşnakça, Karadağ dili ve Hırvatçayı ayırırsanız 34 olmaktadır) orijinal yazılım ve okunuşundan fazla fark görülmeyecek bir şekilde yer almasıdır. Üstelik bu kelime coğrafya olarak Kuzey Hindistan’dan Orta Asya’ya, Rusya’dan Balkanlar’a kadar sıçramış bir kelimedir. Bu kelime hakkında en çok dikkat edilmesi gereken şey ise nerede kullanıldığıdır. Rusya’da kelime Afgan mücahitleri saldırgan olarak mimlemek için kullanılmıştır, normalde “Brag” kelimesi Rusça’da daha yaygındır. Sırp-Hırvat-Boşnak dilinde ise bir örnek verecek olursak ünlü Boşnak turbofolk şarkısı “Bosanska Artilerija” da geçmektedir. Bu şarkı Bosnayı savunan askerleri anlatırken “Boşnak bombardımanı, ben bir Boşnak berduşum.” sözleri ile ünlü olmuştur. Fakat bu şarkıdan alacağımız asıl parça ilk dört dizesidir.
“Junak do junaka rodila nas majka
Našu Bosnu cuvamo
Pjevaj Bosno dušmani nek znaju da se lako ne damo
Pjevaj Bosno dušmani nek znaju da se lako ne damo”
Bu dizeleri çevirecek olursak:
“Kahraman doğurmuş analarımız bizi
Koruyoruz Bosna'mızı
Söyle Bosna, bilsin düşman kolay kolay pes etmeyeceğimizi
Söyle Bosna, bilsin düşman kolay kolay pes etmeyeceğimizi”
Şeklinde çevirebiliriz. Bu çeviride gördüğünüz üzere düşman kelimesine vurgu yaptım. Bunun sebebi ise şarkının yazıldığı Yugoslav savaşlarındaki sürece gönderme yapmak istedim. Fark ettiyseniz bu girişin başından beri birlikte yaşayan bir toplumun neden birbirlerinin boğazına yapıştığını sormuştum. Cevabı ise kelimenin içindedir.
Organik olarak tarih zıtlıklar ile değil, selef-halef ilişkisi ile ilerlemektedir. Bir sınıf tarihsel görevini yerine getirdiğinde yeni bir sınıf kendi görevini yerine getirebilmek için devrimler aracılığı ile tarihi ilerlettirir. Yani tarihte bir zıtlık ilişkisi söz konusu değildir. Nitekim Hegel’de hiçlik varlığın zıttı değil selefidir ve bu selef halef ilişkisi devinimi başlatıp devam ettirendir. Bu Hegel’den büyük ilham alıp onun sistemindeki aşkınlığı tarihin toplumun ereği olduğu iddiası ile ortaya çıkarak ortadan kaldırmaya çalışan Marks’ta da böyledir. Burjuvazi sınıfı sınıfsal görevlerini yerine getirdikten sonra ancak statükonun muhafazası için çatışmaya başladığı anda devrimlerin önünde bir engel olur ve proleter sınıfı haleflik mertebesine erişebilmek için kültürel ve üretimsel birikime sahip olmuş olur. Marks’ın tarih konseptini böyle özetledikten sonra kafamızda kalan bir soru ise “Burjuvazi batı toplumunda görevini yerine getirmesine rağmen neden işçi kesimi ezilmeye müsaade etmekte hatta rıza göstermektedir?” sorusudur. İşte bu noktada üzerine karar verilemez bir kavramın, yani total zıtlık durumunda bulunup hiçbir sentezin mümkün olmadığı çünkü tarihsel bir kavram olmayan, sentetik ve hegemonik ortakduyumsal bir ideanın toplumun bireylerine iktidar yani ilişkiler tarafından empoze edilerek sivil bir toplumun oluşturulmasını görmekteyiz. Bu kendi içinde sürekli bir karar verilemezlilik anında bulunan sıkışmış ve sahte zıtlıklar arasında kalmış sivil toplumun tek bir kavram ve iki soru tarafından yönetildiğini görüyoruz. Kimlik kavramı ve “Sen kimdensin ve kime düşmansın?” sorusu.
Tahmin ediyorum ki başta analizini yaptığımız düşman kelimesinin önemini gösterebildik. Şimdi ise yazımda izleyeceğim yolun bir haritasını önünüze koymakla mükellef olduğumu düşündüğümden az önceki paragraftaki süslü cümleyi önce ayırıp inceleyeceğiz ondan sonra da kimliğin kökenlerine bakacağız.
Karar verilemezlik durumu iki total zıt ve sentezi olmayan kavramın bir çatışma halinde bulunarak toplumu bir durağan noktada hapsetmesidir. Yani statükonun muhafazası durumudur. Bu karar verilemezlik anı ancak entelektüel geleneğin gelişip bu sentezi olmayan diyalektik dışı durumu feshetmesi yani bir karar anı ile oluşur. İşte içinde bulunduğumuz kimlik politikası bu kategoridedir. Sentetik ve hegemonik ortakduyumsal kavramdan kastım ise topluma üst kesimler tarafından verilmiş ve bir sonuçsuz münakaşa kaynağı olan kavramların sorgulama olmadan böyle idi böyle devam eder düşüncesi ile benimsenmesi anlamına gelmektedir. Nitekim bu kavramları benimserken bilinçdışı bir şekilde nesneleştiğimizi görürüz. Doğuştan beri ismimizin yanında bizim mevcut olduğumuz kanadı benimseyen sembolik kavramlar ile seslenilmemiz buna bir örnektir. Örneğin “adam” veya “Müslüman” veya “Boşnak”. Bu kavramları içselleştirerek onun öznesi olmak durumunda kalırız ve bu süreç bilinçdışı bir şekilde gerçekleşeceğinden engellenemez. Mevcut olunan kimliğin reddi ise ancak başka bir kimlikte veya kimliksizlik kimliğinde sığınak aramaya yani yine bir nesneleşmeye gider. Sonrasında ise bu kimliklerin zıttı aranır. “Adam-Kadın”, “Müslüman-Hristiyan”, “Boşnak-Sırp”. İşte bu zıtlıkların kurulması ile beraber sonsuz bir çatışma başlar ve bireyin gözleri ilişkilerinin ona kazandırdığı sınıf bilincindense atanmış kimlikte bir bilinç aramaya kayar. Bütün bu tartışmanın ve atamaların yaşandığı ortam ise Louis Althusser tarafından sivil toplum olarak nitelendirilmiştir. Aslında özetleyecek olursak atanmış kimliğimizin zorunlu bir şekilde benimsetilmesinden dolayı, ki bu benimsetilme ilişkilerimizin üstünde kurduğu iktidar yani sivil toplumun kendisi tarafından sağlanır, toplumun bireylerinin çözümsüz zıtlıklar ile boğuşmasının oluşturduğu ortam statükonun muhafazasını sağlar. Sonuç olarak bu durum kimliklerin zıtlığının ortaya çıkabilmesi için bir kavramdan oldukça yararlanır. “Düşman”.
Düşman kavramı bu bağlamda kendi değerlerine saldırıda bulunan zıt kuvvet anlamına gelmektedir. Bu zıt kuvvet durumunu önceki paragraflarda gözler öne serdik ve düşman kelimesi ile görüyoruz ki kimlik yaratmak için değerler bütününden çok bu değerlere saldıranlara ihtiyaç vardır. Yani bir kimlik oluşurken o kimlik tehdit altında olmadığında yani zıttı olmadığında kendini dayandırabileceği bir temeli de olmaz çünkü bu kimlik tamamen karşıtına karşı mücadele amacı ile kurulmuştur. Aynı şekilde zıt kavramın da tek dayanağı orijinal kavrama karşı mücadele etmektir. Hatta bir kimlik oluşurken kendine düşman belirler önce. Yugoslav savaşlarına bakarsanız bu etno-nasyonalist Sırp topluluğu kimliğini Boşnak ve Hırvat düşmanlığına dayandırmıştır. Daha öncesine gidersek Ustaşe Hırvatları da kendi dayanaklarını Sırp düşmanlığına dayandırmıştır. Naziler Yahudilere düşmanlıkları ile var olmuştur. Hatta en eskiye giderseniz kimlik olan cinsiyetin bile ortaya çıkışı birbirlerinin zıttı olmalarıdır. Lacan burada “La femme n’exsiste pas” yani “Kadınlık gerçek değildir.” derken kadınlığın yani feminenitenin toplumda maskülenite ayakta kalabilsin diye ondan türemiş olmasını kastetmiştir. Bir bakıma başka bir toplumsal kimlik olan dinde de Havva, Adem’in göğüs kafesinden yaratılmamış mıdır? Bakınız mesela kadın ile adamın ilgilenebileceği alanlar birbirlerine zıt kılınmıştır. Doğal olarak güzellik ile gücün arasında bir zıtlık yoktur fakat makyaj yapan bir erkeğe neden erkeksi olarak bakılmaz? Sebebi aslında erkeğin (yani fiziksel gücü yüzünden üretim yapmaya daha elverişli olanın) toplumun devamı için üretim yapması adına kimlikleştirilmesinden(Atanmış rollere uymaya mahkûm edilme durumu) ve maskülenitenin ortaya çıkmasından sonra bu maskülenitenin muhafazası için onun zıttı bir kimlik yaratma gereğidir. Bu zıt kimlik yani kadınlık aslında hiçbir şekilde doğadan gelen zıtlıklara ve rollere dayanmaz. Doğadan geldiği iddiası ile ortaya çıkan bu iki geleneksel cinsel kimliğin zıtlıklarının yani güç ve güzelliğin aslında zıt olmadığını görmek muazzam gözlere ihtiyaç duymaz. Bu kimliklerin tarihsel gelişimde maskülenite yüzünden ortaya çıkan bir olgu olan “Eril Tahakküm” doğrultusunda kadınların evlere ve geleneksel rollere kapatılarak bir mülk haline getirilmesi sizce de düşmanlık tohumlarının atılması için muazzam bir ortam değil mi? Görüyorsunuz ki ilk kimlik bile düşmanlık üzerine kuruludur. Kimliklerin kökenlerinden bahsettiğimize göre kısaca görevlerine de değinelim. Yukarıda kimlikleştirmenin yanına “Atanmış rollere uymaya mahkûm edilme durumu” parantezini açtım. Bu aslında bireyin rızası olmadan sivil toplumun ve iktidarın ondan istediklerini yapmaya zorlanması durumudur. Bir kadının evi toplama ve çocuk bakma zorunluluğu, bir Sırp’ın ülkesinin savaşı için ölme zorunluluğu gibi örnekler arttırılabilir. Bu açıdan bireyin kendisine atanmış roller hakkında rıza verme hakkı yoktur. Dolayısı ise birey kendisinin kendiliğini belirleyememiştir. Yani özne olamamıştır. Birey sivil toplumun içinde kimlikleri aşma hakkında sahip olmadığı gibi zıtlıkların bitmek bilmez mücadelesinde yer almak için her cepheden itilmektedir.
Sonuç olarak tarihin halef selef ilişkisi göz ardı edilerek sivil toplumun içinde zıtlık ve çatışma yani pragmatik siyaset yapılır. İşte burada baştaki örneğimize dönerek yazımı tamamlamak istiyorum. Yugoslavya neden dağıldı sorusuna bir cevap da bulabiliriz buradan. Yugoslavya halkları kapitalizm evresinden geçememişti. Tam olarak da bu yüzden kimlik mücadelesi yaratmak isteyen kuvvetlerin, özellikle NATO ve Miloseviç’in tahriklerine yanıt vermişlerdi. Bakarsanız Sırplar savaş boyunca Hırvatlara Ustaşe, Boşnaklara da Türk demeyi bir hakaret olarak görmüşlerdir. Yani Sırp etno-nasyonalizmi kökenini düşmanlık ve yaftalamaktan almaktadır. Dönemin müziğini dinlerseniz babasının savaş suçlusu olmasıyla övünen bir şarkıdan Bosna’daki kıtlık ile dalga geçen şarkılara kadar her türlü insanlık dışı sözleri bulabilirsiniz ve bu tezimin en büyük kanıtıdır. Kimlik çatışmasının dürtmelerine yenik düşen çünkü üretim ilişkileri hakkında bilince sahip olmayan bir halkın düştüğü durumdur Balkanlar. Bu yüzden kimlik politikası asla yapıcı değil, ancak ya durağan ya da yıkıcıdır.
-Mostar
Gerçekten çok güzel anlatmışsınız mukkemel 🖤
YanıtlaSilçok teşekkür ederim efendim :)
Sil