İdeoloji Olarak Tolerans
Tolere edilmek bir topluluğa lütuf olarak mı hak olarak mı bahşedilmiştir sorusu bir iktidarın karşı karşıya kalabileceği en büyük kritiklerden bir tanesidir çünkü bu soru iktidarın tolere edilebilme lütfunu azınlık birine bahşetmesinin masum bir demokratik toplum kurmaktan ziyade baskıcı emellere hizmet edip etmediği problemini mercek altına alır. O zaman gelin bu soruyu soralım. Tolerans bir topluluğa lütuf mudur, hak mıdır yoksa ideolojik baskı mekanizması mıdır?
Tolerans kavramını daha iyi anlamak için toleransın ve toleransı kendine dayanak bellemiş demokrasinin kökenlerini incelemekte iyi bir başarı elde etmiş olan Türk yazar Demirtaş Ceyhun’dan yararlanmanın faydalı olduğunu düşünüyorum. Ceyhun toleransın demokrasi ile birleşmesinin ve demokrasinin kendisinin kökenlerine toleransı almasını Fransız devrimi ile anlatıyor. İsterseniz buyurun kendisinden alıntı yapalım. “Ayrıca unutulmamalıdır ki, demokrasi de, kesinlikle güçlünün güçsüzü bağışlaması veya güçsüzün güçlüye karşı boyun kırması demek olan bir hoşgörü rejimi değil, tam karşıtı azınlıkların da çoğunlukla eşit haklara sahip olduğu ve herkesi birbirine katlanmaya zorunlu kılan, Fransız Devrimi'nin insanlığa kazandırdığı toleranslı bir yönetim biçimidir.”(Demirtaş Ceyhun, Modernizm Postmodernizm ve Türban, Sis yayınları, s. 14). Demirtaş Ceyhun bu sözünde aslında toleransın hoşgörü ile eş anlamlı olarak kullanılmasını oldukça iyimser, hatta tolerans kavramının kökenlerine aykırı olduğunu öne sürebilmemizi sağlıyor. Nitekim tolerans ile katlanma Demirtaş Ceyhun’un alıntısında aynı anlamlarda kullanılmıştır. Bu iddiamızı tolerans kavramının kökeninde bulabiliyoruz. Hatta tolerans kelimesini etimolojik olarak incelediğimizde Fransızca’daki tolérer yani kaldırmak ve tahammul etmek daha da eskiye indiğimizde Latince tollere ve eski Yunanca’da téllō olarak geçmektedir ve ikisi de kaldırmak veya kalkmak anlamına gelir. Hristiyan geleneğinde de şerre ve acıya direnmek olarak kullanılır. Kelime ilerledikçe kavramsal bir boyut kazanıp bir duruma göz yummak ve nihayetinde tahammul etmek anlamlarını kazanmıştır. Bu etimolojik inceleme sonucunda hoşgörü ile uzaktan yakından alakası olmadığını görebiliriz. Dolayısı ile tolerans bir şeyi hoşgörmek ve ona olumlu bakıp onu olumlama ile alakalı değildir. Hoşgörü kavramını daha da detaylı incelersek Richard Rorty’nin bu kavramı direkt olarak toplumun kökenlerine yerleştirerek pragmatik bir toplum anlayışı kurmaya çalıştığını dahi görebiliyoruz. Toplumun bireylerinin karşılıklı olarak birbirlerini hoş görmeleri karşılığında, ki bu durumun toplumun kurulması sürecinde gerçekleşen bir temel olarak almaktadır yani bu durum güya anbean gerçekleşmektedir, toplumun demokratik değerler doğrultusunda yeşerebileceğini Ernesto Laclau ve Simon Crtichley ile tartışmalarında öne sürmüştür.
Bu tartışmalar doğrultusunda hoşgörü gibi metafizik ve temelsiz bir kavramı toplumun merkezine dogma şeklinde yerleştirip özgürlükçü olduğunu iddia eden anlayışa karşı, bu anlayış Türk filozof Hüseyin Batuhan tarafından da "İnsan toplumları, sosyal düzenin ayakta durabilmesi için, belli birtakım değerlere ve pratik kurallara inanmak ve dayanmak zorundadırlar; düşünce hürlüğünün sınırları da bu kurallarda sona erer" sözü ile desteklenmektedir, Karl Marx’tan iki alıntı yapmak istiyorum. Birinci alıntı: “Fikirlerin, anlayışların ve bilincin üretimi, her şeyden önce doğrudan doğruya insanların maddi faaliyetine ve karşılıklı maddi ilişkilerine, gerçek yaşamın diline bağlıdır. İnsanların anlayışları, düşünceleri ve karşılıklı zihinsel ilişkileri bu noktada onların maddi davranışlarının dolaysız ürünü olarak ortaya çıkar.” (Karl Marx, Alman İdeolojisi, Sol yayınları, s. 44). Burada Marx toplum kuruluş sürecinde bu sürecin maddi ilişkilerden köken aldığını ve kendine bir ilke belirlemediği gerçeğini fikirlerin ve bilincin üretiminin kökenlerine inerek yapmıştır. İkinci alıntının görevi de Marks’ın burada ortaya sürdüğü dil ve ilişkiler kavramının arkasındaki toplum tahlili sırasında kullandığı anlayışını anlaşılır bir hale getirmektir. Bu alıntı: “Bizim hareket noktamızı oluşturan öncüller, keyfi temeller, dogmalar değillerdir; bunlar, onlara ilişkin soyutlamaların ancak imgelemde yapılabileceği gerçek öncüllerdir. Bunlar gerçek bireylerdir, bu bireylerin eylemleri ve ,hem hazır buldukları hem de kendi eylemleri ile yarattıkları, maddi yaşam koşullarıdır. Bu öncüller, demek ki, ancak ampirik olarak oluşturulabilirler. Tüm insan tarihinin ilk öncülü, doğal olarak, canlı insan bireylerinin varlığıdır. Şu halde saptanması gereken ilk olgu, bu bireylerin fiziksel örgütlenişleri ve bu örgütlenmenin sonucu olarak ortaya çıkan, doğanın geri kalan bölümleri ile olan ilişkilerdir. Burada, doğaldır ki, ne bizzat insanın fiziki yapısını, ne de insanların tamamen hazır buldukları doğal koşulları, jeolojik, orografik, hidrografik, klimatik ve öteki koşulları derinliğine inceleyemeyiz. Her tarih yazımı, bu doğal temellerden ve tarih boyunca insan eyleminin bu temellerde meydana getirdiği değişikliklerden hareket etmek zorundadır.”(Karl Marx, Alman İdeolojisi, Sol yayınları, s. 38-39) Marx burada aslında kritiğini kendisinden önce gelen Alman metafiziğinin tin, ontolojik varsayımları ve aşkın-metafizik yöntemlerini kritik etmek için yazmış olsa da çeşitli liberal filozofların özellikle Richard Rorty’nin hoşgörü iddiasına yöneltilebilecek bir kritik görevi de görmektedir çünkü hoşgörü burada empoze edilen bir değer, bir ideoloji veya bir iktidar formunda bulunmamakta aksine herkesin doğuştan benimsediği ve güya mantıkları ile ulaştıkları “Ya toplumu ayakta mı tutsak böyle davranarak.” şeklinde formüle edilen bir ‘değer’dir. Ne yazık ki bu değer ileride inceleyeceğimiz toplum sözleşmesi kadar metafiziki ve geçersiz bir toplum yorumudur. Bu anlayıştan yola çıkarsak Hüseyin Batuhan’ın değerlere inanma zorunluluğu formülasyonunun da aslında liberallerin iddia ettiği gibi demokratik olmadığını ve özgürce yapılmadığını dolayısı ile hoşgörü kavramının doğasına aykırı olduğunu öne sürebiliriz. Yani hoşgörü devlet ve ideolojinin nüfuzunda mümkün olan bir düşünce değildir. Hoşgörü kişisel ve ancak kişisel olabilecek bir deneyim olduğundan toplumsal çapta onu uygulamak biz insanların rızamız ile devletin kontrolüne girdiğimizi düşünmek kadar gerçeklikten uzak bir düşüncedir. Sonuç olarak toleransın demokratik bir ilke ve toplum dayanağı olmadığını söylemek ve hoşgörü ile aynı olmadığını gözler önüne sürmek yanlış bir tavır olmaz. Hüseyin Batuhan’ın iddialarının aksine.
Nitekim bu hoşgörü argümanlarında görülen önceki paragrafta kritik ettiğimiz Rousseauvari bir anlayış güderek toplum sözleşmesi retoriğini geri getirmesi ve toplumun kökenine hoşgörü ilkesini merkez eden anlayışın bir yanlışı daha varsa bu da başta sorduğumuz sorudaki üçüncü faktöre bir referanstır. Foulcaut iktidarı insanların ilişkilerinin yarattığı kavramsal baskılar ve bu kavramsal baskılara kurumlar tarafından arka çıkılması olarak tanımlamaktadır. Yani ortada bilinçli bir şekilde kabul edilen bir kontrakt yoktur. İnsanlar bilinçli bir şekilde Rousseau’nun zincirlerine girmemiştir. Rousseau’nun da dediği gibi doğduktan beri zincirlerdelerdir ama bu bir kontraktın sonucu değildir. Bu zincirler kavramsal olarak sivil toplum tarafından empoze edilen kavramlardır. Althusser’in ünlü polis sorgulaması örneğinde görebiliriz aslında. Burada polis yoldan geçen birine “Hey sen, oradaki!” diye seslenerek onu aslında kurulu iktidarın bir nesnesi ve iktidar tarafından ona atanan kimliğin benimseyicisi yapmaktadır. Lacan’daki ayna evresi yani kendinin farkında olma durumunun dışarıdan bir ittirme ile gerçekleşmesi süreci aslında burada zaten her türlü kimlik bize dayatıldığında yani bize yönelik bir seslenme gerçekleştiğinde kendimize dışarıdan bakarak kendi olma çabası göstermemiz ile gerçekleşir. Yani iktidarın nesnesi, iktidarın mekanizması olan kimliği de kendine benimsemiş ve özneleşmiş bir birey olmuş oluyoruz. Bu noktada ne toplum sözleşmesini rıza ile imzalıyoruz ne de içimizden gelen bir hoşgörü özüne dayalı toplum kuruyoruz. Aksine toplumu üretim ilişkilerimize dayanarak kuruyoruz, iktidarlar da üretim ilişkilerimizdeki üretim hâkimi sınıfın üretici sınıfı hukukunun ve kurallarının bir öznesi yapmak için kimlikler oluşturması ile kuruluyor. Bu noktada tolerans yani karşıt kimliklerin bir arada yaşamaya zorlandığı fakat birbirlerine katlandığı düzen de statükonun dolayısı ile bu karşıt kimliklerin yapısökümündense devamlı süren bir zıtlıklar çatışmasının devamını sağlıyor. Örneğin Hüseyin Batuhan toleranstan bahsederken toleransın başkalaşım da yarattığını dolayısı ile kimliksel zıtlıkların çatışmalarını meydana getirdiğini de öne sürmektedir. Kendisinden alıntı yapalım: “Başkalık unsuru: Buna toleransın (dolayısıyla toleranssızlığın) ontolojik temeli diyebiliriz. Bu başkalık yaradılış (karakter, mizaç) ayrılığı açısından psikolojik, alışıklık ve gelenek açısından sosyolojik, fikir aykırılığı anlamında kültürel, bir yapı gösterebilir. ...Başkalık dereceli olup küçük bir ayırımdan, aykırılık, karşıtlık, hattâ çelişmeye kadar gidebilir.” (Hüseyin Batuhan, Batıda Tolerans Fikrinin Gelişmesi, Anıl Yayınları, İstanbul 1959, s. 27.). Alıntısında da başkalığın kültürel bir kopuşa ve çatışmaya neden olduğunu hatta toleransın ve toleranssızlığın ontolojik temeli olduğunu söylemektedir. Kendisi başka kimliklerin olmasının ,ki bu da kimliklerin oluşumu hakkında hiçbir bilgi vermeyişinden doğada karar verilemez kimlik çatışmalarının bulunduğu iddiasına götürüyor ki kimliğin kökenlerini yukarıda incelediğimiz için bu düşünceyi yanlış olarak kenara atabiliriz, bir başkalaşma ve çatışma süreci yarattığını iddia etmektedir. Yani toleransın sebebinin zaten bu kimlikler olduğu kanısına varmaktadır. Fakat bu önceki alıntılarımızda da kimliğin kökenlerinin aslında bir seslenme ve atanma anında oluştuğunu ortaya koymamızdan sonra bu kimliklerin doğal olmadığını ancak iktidar mekanizmalar olduklarını ve bu iktidar mekanizmalarının doğal bir şekilde var olamayacaklarından dolayı toleransın kimliklerden türemediğini aksine kimliklerin muhafazası için toleransın bir ideolojik baskı mekanizması olarak kullanılması durumu önümüzdeki gerçekliktir. Hatta tolerans kimliklerin muhafazası için çabalarken statükoyu koruyan bir iktidar, bir baskı ve bir ideoloji haline bürünür. İşte bu yüzden tolerans bir ilke değildir, hoşgörü de bir ideoloji değildir.
Hoşgörü problmeini izninizle biraz daha ele alalım çünkü yeterince bahsetmediğim kanısındayım. Bu problemi ele alırken düşünmemiz gereken şeylerden bir tanesi özellikle liberal lügatta aynı anlamda kullanılan hoşgörü ve toleransın prensip farklarıdır. Yukarıda bahsettiğimiz gibi tolerans olan bir duruma katlanmaktır. Devlet altında bir toplumun istikrarını, kitlelerin alevlenmemesini sağlayan bir mekanizmadır. Hoşgörü ise politik bir kurama alet edilebilecek bir kavram değildir çünkü kitlelerin üzerine zorlanamaz. Hoşgörü ve hoşgörmek olan bir durumu benimsemenin ve tanımanın da ötesinde ona sevgi göstermektir. Yani yukarıda dediğim gibi kişisel olmaktan öteye geçemez. Fakat liberallerin bu kavramı böylece istismar etmeleri de kafa karışklığı yaratmaktadır. Şahıslar hoşgörüye zorlanamaz ancak bir ideoloji olarak tolerans empoze edilebilir.
Bakınız mesela tolerans baskısına bir örnek vermek istiyorum. İnançsız bireyler özellikle hayatları boyunca “İnanmıyorsan da saygı duyacaksın.” sözü ile sürekli karşı karşıya kalmışlardır. Bu saygı duyma bir zorunluluk haline gelmiştir ve bizim özgür irademiz ile karar verebileceğimiz bir mesele olmaktan çıkmıştır. Yani bir din istediği söylemlerde bulunsa bile saygıyı hak ettiğini iddia etmiştir. Peki kendisinden olmayanın sonsuzca işkence çekmesini destekleyen ve bunda etik herhangi bir problem görmeyen din bize burada ne kadar saygı duymaktadır. Aslına bakarsanız bu etik dışı söylemin muhafaza edilebilmesi ve aynı kalabilmesi için tolerans kalkanları açılmış ve bu zorbalığa karşı ses yükseltenleri saygısız olarak mimlemiştir hatta onları hak ve hukuk ile cezalandırmıştır. Bu sizce hoşgörü müdür? Yoksa tolerans baskısının sadece bir tane örneği mi?
Bir ideoloji olarak tolerans kavramı yukarıda bahsettiğimiz kökenlerinin ve ideolojik araç fonksiyonunun dışında da görev göstermektedir. Bu görevlere en güzel örnek fikirleri norm ve norm dışı olarak mimlemesidir. Tolere edilen fikir burada norm dışı statüsü kazanır ve dikkate alınmamasına rağmen izin verilmesi gereken bir fikir haline dönüşür. Nitekim fikir de kimlikleşir. Aynı şekilde zaten her koşulda kimlikleşmek isteyen fikirler bu açıktan yararlanarak fikirlerini modern dünyada var olamayacak fikirler olsa bile var kılabilirler. Üst kademe sizin davranışınızı tanınmayacak bir zıtlık ve saçmalık olarak mimlese de “Öyle düşün izin verdim.” diye size lütfunu gösteriyor. Toplumda modern standartlara uymayacak görüşlerin örneğin Vahabizm gibi hayatta kalması için onlara hak da tanıyor fakat en önemlisi düşünmeniz kimlikler ve yasalar altında ve bütün bunların meşruiyeti olan toleransın hegemonyasında kısıtlanıyor, basitleştiriliyor ve tolerans adı altında sessiz kalmaya zorlanıyorsunuz. İşte toleransın ideolojik baskısı budur. Tarihin ilerlemesinin bir kuvveti olan eleştiriyi önemsiz kılmaktır.
-Mostar
Yorumlar
Yorum Gönder