Türban, Arzu ve Büyük Öteki: 28 Şubat’ta Kadın Bedeninin Simgesel Mücadelesi ve günümüzde türban meselesi







modernleşmesinin bastırdığı imgelerin ansızın geri döndüğü bir kriz ânıydı. Bu geri dönüş, ne silahla ne de doğrudan siyasal ayaklanmayla gerçekleşti. Sessiz, ama son derece kuvvetli bir şekilde; bir giysiyle, bir duruşla, bir bakışla geri döndü. Türban, sadece bir inancın değil; aynı zamanda bir anlatının, bir bastırılmış arzunun, bir yok sayılmış kimliğin cisimleşmesiydi. Bu nedenle, sadece politik değil; aynı zamanda ontolojik bir krizdi. Ve bu kriz, kurucu rasyonalitenin ve onun dayattığı “aydınlanmacı yurttaş” imgelerinin yapaylığını ifşa etti.

Aydınlanma düşüncesi, insanı aklın temeline oturtarak özgürleştireceğini vaad etti. Ancak bu vaadin gerçekleşebilmesi için önce insanı tarif etti, sonra biçimlendirdi, sonra bu biçimlendirme dışında kalan her şeyi irrasyonel, dışsal, öteki olarak konumlandırdı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu bu akıl projesinin bir uzantısıydı. Osmanlı’dan kalan çoklu kimliklerin, farklı aidiyet biçimlerinin, hatta duygusal düşünme tarzlarının, yeni kurulan cumhuriyetin tekil akıl söyleminde bir karşılığı yoktu. Laiklik artık, sadece dinin değil; inançsallığın tüm formalarının dışlanmasıydı. Ve kadın, bu yeni kamusal düzenin vitriniydi.

Türbanlı kadın, bu bağlamda tam da vitrindeki çatlak oldu. Ne bütünüyle geleneksel, ne bütünüyle modern. Ne evin içinde kalmayı tercih eden bir muhafazakâr, ne de seküler kamuda görünmeye çalışan bir özne. Tam tersine, türbanlı kadın, modernleşmenin ürünüydü. Üniversiteye gitmek istiyor, meslek edinmek istiyor, kendini ifade etmek istiyordu. Ancak bunu yaparken yanında getirdiği örtü, sistemin bütün anlam kodlarını allak bullak ediyordu. Çünkü sistem, onu ya bastırılmış, eğitimsiz, edilgen bir figür olarak tahayyül etmişti; ya da örtüsünü çıkararak modernliğe “katılabilecek” bir nesneye dönüştürmek istemişti. Türbanlı kadının kamusal alandaki varlığı, sistemin bu hayalî bütünlüğünü dağıttı.

Jacques Lacan’ın psikanalitik teorisinde “Büyük Öteki” kavramı, sembolik düzenin, yasaların ve kültürel normların kaynağı olarak işler. Özne, arzularını ve benliğini bu Büyük Öteki’ye göre kurar. Ancak Lacan, Öteki’nin kendisinin de eksik olduğunu, tam ve mutlak bir anlam üretemediğini söyler. Türban, Türkiye’nin Büyük Öteki’si olan modernleşmeci devletin anlam üretme kapasitesinde bir arızaya neden oldu. Çünkü bu sembolik sistem içinde türbanlı kadının anlamı yoktu. Türbanlı kadın, bu sistemde ya görünmez kılınmalıydı, ya da sisteme uydurulmalıydı. Ama ne zaman ki görünür oldu, Büyük Öteki sustu. Bu suskunluk, ideolojik bir inkâr değil; bir nevi travmaydı.

28 Şubat, bu travmanın kurumsallaşmış biçimiydi. Kılık kıyafet yönetmelikleriyle, medya linçleriyle, kampüs kapılarında yaşanan aşağılamalarla devlet, türbanlı kadını dışlamaya çalıştı. Ama bu dışlama, sadece bir inancı kamudan uzaklaştırmak için değil; aynı zamanda kendi anlam bütünlüğünü koruyabilmek içindi. Çünkü türbanlı kadın, varlığıyla bu bütünlüğün zaten baştan beri eksik olduğunu hatırlatıyordu. Başörtüsü, burada sadece bir dini simge değil; aynı zamanda bir parça olarak eksik bütünlüğü açık eden bir gösterendi. Lacan’ın deyimiyle, tam da “gerçek olanın” çatlaklarından sızan bir semptomdu.

Kadın bedeni, modernleşme ideolojilerinin hem öznesi hem de nesnesidir. Bu nedenle modernleşme süreçleri en çok kadınlar üzerinden yürütülür. Cumhuriyetin ilk yıllarında kadın, kamusal alanda görünür kılınırken, bu görünürlük bir temsil işleviyle yüklendi. Yani kadının kamusal alanda var olması, bireysel bir özgürlük talebinden çok, yeni rejimin kendini temsil etme biçimiydi. Kadın, devrimin vitrininde bir mankendi. Ancak bu vitrin, sadece bir model sunmuyor; aynı zamanda diğer tüm kadınlık formlarını dışlıyordu. Türbanlı kadın, bu vitrinin camını çatlatan bir “fazlalıktı”.

Aydınlanma düşüncesi, bireyi homojenleştirerek tanınabilir ve yönetilebilir bir özneye dönüştürmeyi amaçlar. Bu nedenle farklılıklar, ayrışmalar, çoklu kimlikler sistem için bir tehdit değilse bile bir sorundur. Türkiye’de bu homojenleştirme süreci, kıyafet devrimlerinden başlayarak kadınların kıyafetine kadar uzanır. Kamusal alanda görünür olmak, ancak devletin tanıdığı ve uygun gördüğü biçimlerle mümkündür. Türban bu denklemde bir hata olarak görünür, çünkü kendi başına bir anlam üretmektedir. Devletin onayladığı seküler kadın modeli dışında bir kadınlık imgesi önermektedir.

Lacan’ın özne teorisinde, özne daima bir eksiklikle kurulur. Arzunun nesnesi, hiçbir zaman tam olarak elde edilemez. Bu nedenle özne daima bir boşluk etrafında döner. Türkiye’de modern özne de böyle bir eksiklikle inşa edilmiştir. Bu eksiklik, gelenekten kopmanın yarattığı boşluktur. Türbanlı kadın, bu eksikliği ifşa eder. Onun görünürlüğü, modern öznenin aslında ne kadar parçalı, ne kadar kırılgan olduğunu hatırlatır. O nedenle türbanlı kadın, sadece inançları nedeniyle değil; sistemin kendi bastırdığı şeyleri geri getirdiği için tehdit olarak algılanır.

28 Şubat, bu bastırılmış olanın geri dönüşünü engelleme çabasıdır. Ama psikanaliz bize gösterir ki, bastırılan geri döner. Bu dönüş bazen sembolik alanda olur, bazen gerçek olanda. Türbanlı kadınların kamuoyunda görünür olmaları, iktidar talep etmeleri, seslerini duyurmaları, bu geri dönüşün sembolleriydi. Ancak bu dönüş, sistemin baştan beri var olan eksik yapısını da açığa çıkardı. Ve sistem, bu eksikliği örtmek için yeniden bastırmaya yöneldi.

2000’ler sonrası iktidara gelen muhafazakâr iktidar, bastırılmış olanın geri dönüşü gibi görünse de, aslında psikanalitik anlamda “travmatik geri dönüş”tür. Çünkü bu geri dönüş, bastırılanı olduğu gibi değil, çarpılmış biçimiyle geri getirir. Türban artık bir inanç göstergesi değil; iktidarın elinde bir simgeye, bir araçsallaştırmaya dönüşür. Böylece türban, hem bastırılan olarak hem de iktidarın göstereni olarak iki ayrı biçimde var olur. Bu ikilik, Türkiye’deki kadın kimliğinin psiko-politik çelişkilerini derinleştirir.

Türbanlı kadının kamusal alandaki mücadelesi, sadece bir inanç özgürlüğü değil; aynı zamanda bir tanınma, bir öznellik talebidir. Ancak bu talep, hem seküler sistem tarafından hem de sonrasında gelen muhafazakâr iktidar tarafından araçsallaştırılmıştır. Bu nedenle türbanlı kadın ne tam olarak özgürleşebilmiş, ne de tam anlamıyla bastırılabilmiştir. O hep arada, hep eşiğinde, hep geçişken bir yerde durur. Ve bu geçişkenlik, sistemin kendi üzerine düşünmesini gerektirir.

Sistem, bastırdığıyla yüzleşmek yerine onu ya bastırmaya devam eder ya da onu kendi içinde dönüştürerek etkisiz hâle getirir. Bugün türbanlı kadınların sistem içinde normalleşmesi, onların özgürleştiği anlamına gelmez. Tam tersine, bu normalleşme, onların radikal farklılıklarının törpülenmesiyle mümkün olmuştur. Başörtülü kadınlar artık devletin tanıdığı, ama sadece belirli biçimleriyle kabul ettiği özneler haline getirilmiştir. Bu da psikanalitik anlamda bir “asimilasyon nevrozu” yaratır. Çünkü bu tanınma, eksik ve koşulludur.Bugün, türbanlı kadın imgesi, özgürlük sembolü olmaktan çıkarılıp bir politik koz hâline getirilmiş durumda. Oysa onun ilk çıkışı, tam da bu instrumentalizasyona karşı bir varoluştu.Büyük Öteki konuşmadığında, toplum nevrotikleşir. Çünkü insanlar artık neyin doğru, neyin meşru olduğunu, gerçekten değil, sadece güçten öğrenmeye başlar.


Yorumlar

👉 popüler yayınlar